Leon ve The Fifth Element gibi filmleriyle sinema seyircisinin kalbinde iyi bir yer edinen Luc Besson’ın gerek fragmanlarıyla, gerek merak uyandırıcı konusuyla, gerek başkahraman olarak seçtiği isimle heyecanla beklenen filmi Lucy sonunda vizyonda.
Besson insanoğlunun beynini kullanma kapasitesini arttırırsak neler olur iddiasının doğru olmadığını kabul etse de, bu fikrin beyazperde için heyecan verici olduğu düşünmüş.
Scarlett Johansson’un başrolünde olduğu, filme gitmeden önce bilmeniz gerekenler ise şöyle…
Filmin konusu, insanın sınırları…
Filmin konusu, teorik olarak hiçbir dayanağı olmasa da merak uyandırmaya yetiyor. Ana akım seyirci kitlesini sinema salonlarına rahatlıkla çekebilecek bir bilim kurgu malzemesi sunan Lucy, standart bir insanın beyninin yüzde 10’unu kullanabildiği sözde-teorisinden yola çıkarak, bu oranın artması durumunda elde edebileceği güçleri ve yapabileceklerinin sınırını sorguluyor. Yönetmen, film boyunca, Scarlett Johansson’ın hayat verdiği Lucy karakterinin beynini kullanma kapasitesini an be an arttırıp seyircisini gittikçe fantastikleşen bir evrenin içine sürüklüyor.
Beyin kapasitesiyle ilgili anlatılanların hiçbir dayanağı yok…
Luc Besson’ın da kabul ettiği gibi beyin kapasitesi mevzusu üzerine kurulan bu tezlerin hiçbir bilimsel dayanağı yok. İnsan beyninin yüzde-bilmem-kaçını kullandığı, Einstein’ın ancak yüzde-bilmem-kaçlara ulaşabildiği gibi iddialar aslında birer internet efsanesinden başka şeyler değil. İşin doğrusu, insan belli bir işi yaparken beyninin yalnızca belli nöronlarını ve bu nöronlar arasındaki iletişim ağını kullanır. Farklı bir eylemde ise beynin farklı fizyolojik ve anatomik bölümlerini kullanırız. Zaten her şeyi geçelim, vücutta en fazla enerjiye (haliyle glukoza) ihtiyaç duyan beynin tüm nöronlarını aynı anda çalıştırabilmek için muhtemelen ömrümüz boyunca yediğimiz besin miktarının önemli bir kısmını tek bir seferde tüketmemiz gerekirdi.
Besson filmin tezini oluşturmayı başaramıyor…
Yönetmen filmini herhangi bir bilimsel dayanağa oturtmasa da, hikayesini anlatmaya çalışırken bir yandan canlı aksiyona davet ettiği seyircisini öte yandan imgelerin dünyasıyla buluşturuyor. Çok da kolay olmayan bir film için doğa olaylarından, evrim teorisinden, tarihi gerçeklerden faydalanarak oluşturduğu yeni sistemi ve tezini güçlendirmeye çalışıyor. Bilinen ilk kadına verilen isimle filmin sonunda tanıklık ettiğimiz görkemli sahnelerde oynadığı tanrıcılık oyunu, biraz daha uğraşılsa Lucy’nin hakkını arayabilecek bir esere dönüşebileceğini gösteriyor.
Felsefi olarak bir şey anlatmıyor…
Filmin herhangi bir felsefi dayanağı yok. Bilimin sınırları zorladığı ve tarihin hiçbir evresinde olmadığı kadar hızlıca geliştiği bir dönemde hala en büyük merak konusu olan insan beynini ele alan bir filmin yalnızca aksiyon ve bilim kurgu evreninden beslenmeye çalışması ne yazık ki yeterli değil. Scarlett Johansson ve Morgan Freeman’ın karakterleri arasında geçen bir diyalogda “zaman, en geçerli ölçü birimidir” cümlesi, Lucy’nin biraz daha derin noktalara kulaç atacağının sinyallerini verir gibi olsa da ne yazık ki seyirci bu konuda aradığını bulamıyor.
Vakit geçirmek için ideal…
Film gerek görsel efektleri, gerekse hiç düşmeyen temposuyla sinema perdesine baktığı ilk ve son an arasında geçen süreyi fark etmek istemeyenler için ideal bir örnek. Yönetmen, Lucy’nin beynini kullanma kapasitesi arttıkça elde ettiği olağan üstü güçleri göstermek için seyircisinin gözünü başkarakterinin gözü yaparak ortaya muazzam görüntüler koyuyor. Film kurmaca bilimsel safsatalardan ziyade, aksiyonuyla kendini gösteriyor.
Karakter yeryüzünde bir Tanrı gibi davranıyor…
Yönetmen, Lucy’yi Hollywood’un ucuz aksiyonlarına kurban etmiş görünüyor. Süper güçler elde etmiş bir karakterin, kuru mafya oyunlarının üstesinden gelemiyor oluşu aslında beynimizin biraz daha yüksek kapasiteli kullanılması durumunda çok da bir işe yaramayacağı mesajını veriyor. Zira başkarakter, canı istediği zaman her şeyin üstesinden gelebilen bir yeryüzü tanrısı olabilirken bazı zamanlar etliye sütlüye dokunamıyor. Bunun sebebi biraz da filmin süresini uzatmak tabii. Çünkü malumunuz, filmin felsefi hiçbir yönü olmadığı için, yönetmen süre uzatma metodu olarak aksiyon oyununu kullanıyor.
Luc Besson’u ve mizahi bakış açısını özlemişiz…
Luc Besson’ın kendine hayran bırakan bir mizahı var ve Lucy gibi kendini hangi kefeye koyacağına karar verememiş bir filmde dahi bunu ustalıkla kullanmasını biliyor. İlk dakikalarından son anlarına kadar seyircisinin yüzünde bazen küçük tebessümler, bazen de karın ağrıtan kahkahalara öncülük edebilecek sırıtmalar yaratabiliyor.
Scarlett Johansson’ı izlemek iyi, ama performansı yetersiz…
Lost in Translation ve geçtiğimiz sezon yalnızca sesiyle vücut bulduğu Her dışında yalnızca Under the Skin ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarabilen Scarlett Johansson, filmin kaotik ve senaryo açısından yetersiz atmosferinin etkisinde kalarak vasatın altında bir performans sergiliyor. İfadesiz ifadeleriyle Lucy’yi tek başına sırtlıyor gibi gözüküp aslında oyunculuk anlamında filme hiçbir şey katmaması, “ben buradayım” demekten bir hayli uzak performansı yüksek beklentilerle sinema salonlarını dolduracak seyirciyi hayal kırıklığına uğratacak.
Angelina Jolie projeden çekilmese iyiymiş
Artık herkesin bildiği üzere Luc Besson’un Lucy için ilk tercihi Angelina Jolie idi. Ancak Jolie, daha sonra projeden çekilmişti. Johansson’ın mimik yetilerinden uzak suratının yerine aksiyon filmlerinin bir zamanlar aranan güzeli Jolie’yi seyretmek, filmi daha hatırlanır yapabilirdi.
Morgan Freeman yine aynı rolde…
Artık Morgan Freeman’ın her şeyi bilen/bilge adam rolü Hollywood sinemasının (Lucy’nin yapımı Fransa tarafından üstlendi gerçi) çağdaş klişelerinden biri haline geldi. Usta aktöre sonsuz saygımız olsa da, ne yazık ki kendisinin bu tiplemeyle hatırlanıyor oluşu, onun metot oyunculuğunu çok yanlış anladığının trajikomik bir kanıtı.